Uluslararası hukuk jeopolitik amaçlara kurban

-
Aa
+
a
a
a

Uluslararası Hukuk ve Uluslararası İlişkiler dallarının seçkin ismi Profesör Richard Falk ile 11 Ağustos 2003 tarihinde gerçekleştirilen mülâkatın birinci bölümü. (Beylerbeyi, İstanbul.)

 

Ömer Madra: Profesör Falk, sizi Açık Radyo mikrofonları önünde konuk etmek bizim için hem bir onur, hem de zevk... ABD’nin eylemini, uluslararası hukuk kavramları içinde bir “saldırı savaşı” olarak niteleyebilir miyiz? Siz, ayrıca, yakın geçmişte yazdığınız makalelerde bu saldırıyı “ABD Anayasası’na da tamamen aykırı” olarak nitelendirmiştiniz, değil mi? Bu noktalardan, yani savaş ve uluslararası hukuk, yasallık, meşruiyet, Anayasaya uygunluk kavramları ile başlayabilir miyiz konuşmaya?

 

Richard Falk: Elbette... Benim için de Açık Radyo’da konuşmak bir zevk... “Saldırı savaşı” derken, Irak savaşını kastettiğinizi varsayıyorum. Irak’a karşı savaşı o zaman mevcut olan şartlar altında başlatmanın BM Antlaşması’nın, kuvvet kullanımına ilişkin uluslararası hukuk kurallarının ağır şekilde çiğnenmesi konusunda ve dolayısıyla bunun bir “saldırı savaşı” olduğu konusunda dünyadaki bağımsız gözlemciler arasında oldukça yüksek düzeyde bir fikir birliği (oydaşma/konsensüs) oluşmuş olduğunu sanıyorum. Ve bu durum, şu olguyla da büsbütün pekişiyor: ABD, kuvvet kullanımının gerekli olduğu konusundaki argümanı BM Güvenlik Konseyi’ne sundu ve kuvvet kullanımının haklı olduğu konusunda Güvenlik Konseyi üyelerinin çoğunluğunu bile ikna etmeyi başaramadı.

 

Bence ayrıca anlaşılması gereken bir husus da şu: ABD, her zaman BM içinde büyük bir etkiye sahiptir ve örgütü manipüle edebilmektedir. Böylece, müdahalenin izin verilebilir olup

Richard Falk kimdir

 

1930’da New York’ta doğdu. Pennsylvania Üniversitesi (Wharton School) İktisat Bölümünden 1952’de mezun olmuş, sonraki çalışmalarını ise hukuk alanında sürdürmüştür. Bu sahadaki lisans eğitimini 1955’te Yale Üniversitesi’nde, hukuk doktorasını da 1962’de Harvard Üniversitesi’nde tamamlamıştır.

 

1961’den bu yana Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk ve Uygulama Bölümünde öğretim üyeliği yapan Richard Falk, uluslararası hukukun temel meselelerindeki teorik katkıları yanında pratik uygulama alanlarındaki çalışmaları ile büyük takdir toplamış bir bilimadamıdır. Son yıllarda kaleme aldığı Law in an Emerging Global Village (1998), Predatory Globalization: A Critique (1999), Human Rights Horizons (2000) ve Religion and Human Global Governance (2001) başlıklı eserleri küreselleşme ve uluslararası hukuk alanlarında katılımcı bir uluslararası düzen fikrine dayanan tutarlı ve özgün bir çizgi ortaya koymaktadır. Richard Falk uluslararası düzenin bu kritik alanlarındaki teorik katkıları yanında Uluslararası Kosova Komisyonu ile BM Filistin İnceleme Komisyonu’nda da yer almıştır. Özellikle Filistin raporu ile büyük yankı uyandıran Richard Falk değişik dillerde yayınlanmış çok sayıda kitap ve makalesi ile uluslararası ilişkiler alanının öncü isimleri arasında yer almaktadır.

olmadığı hakkında bir tartışmayı da kendi lehine yapılandırmayı başardı Amerika. Yani, Irak’ın kendisinin bir tehdidin kurbanı olabileceği BM’nin ona karşı kuvvet kullanmaya izin vermek üzere seferber edilmesi değil, tam tersine, asıl kendisinin bir saldırı savaşına karşı BM tarafından korunması gerektiği yolunda bir argümana girişmesine hiçbir zaman kapı açılmadı bu tartışmada.

Küçük ülke perspektifinden bakıldığında, Irak, son 12 yıldır sürekli dışarıdan tehdit altındaydı: Şimdi açıkça biliniyor ki, ABD savaş fiilen başlamadan aylarca öncesinden başlayarak ve savaş hazırlıklarının bir parçası olarak Irak’ı düzenli olarak bombalıyordu. Bu açıdan, BM’in başarısızlığı, ABD’yi desteklemeyi reddetme konusundaki başarısızlığı değil, uzun bir zaman diliminde bir üye devletin dünyanın en güçlü devleti tarafından ezilmesine izin vermesinde ya da göz yummasında yatar. Buna, ayrım gözetmeksizin uygulanan yaptırımlar da dahildir tabii. Şimdilerde yapılan araştırmalar, 12 yıl boyunca süren bu yaptırımların iki milyon sivilin hayatına mal olduğunu gösteriyor!

Yani, BM şimdi iki açıdan hayli zayıflamış olarak ortaya çıkıyor: Birincisi, örgütü savaş çabası konusunda manipüle edemediği için BM’ye öfkeli olan ABD açısından. İkincisi, onun ülkeleri ve toplumları, insanlara ağır zarar veren jeopolitik amaçlı hareketlerden çok daha iyi korumasını bekleyenlerin gözünde yara almış durumda.

 

“Ulusal aşağılama siyasi aşırılıkları doğurur”

  

ÖM: Şu halde, hem 12 küsur yıldır amansızca sürdürülen bu yaptırımların, hem de girişilen bu savaşın, genel olarak kabul edilmiş uluslararası hukuk kurallarına aykırı olduğunu söyleyebiliriz.

 

RF: Evet, ben kesinlikle bu görüşleri ortaya koydum. 1991’de Birinci Körfez Savaşından sonra dayatılan BM yaptırımlarının ayrım gözetmeksizin sivil halkı, özellikle de çocukları ve yaşlıları ağır şekilde etkilediğini, bunların “cezalandırıcı bir barış”ın parçası olduğunu savundum. Cezai barışı dayatma şeklinde bir kavramın, 1919’da Almanya’ya dayatılan Versailles Antlaşması’ndan sonra uluslararası ilişkiler sisteminden tümüyle çıkarılmış, terkedilmiş bir şey olduğunu savundum. Ki, bugün pek çok yorumcu Hitler’in ve Almanya’da siyasi aşırılıkların bu yüzden ortaya çıkmış olduğuna inanıyor. Çünkü, bu kavram Alman milletinin aşağılanmasının bir parçasını oluşturmuş, onu siyasi aşırılıklara ve özellikle aşırı milliyetçi bir mesaja ardına kadar açık hale getirmişti. Dolayısıyla, bizim de dönüp1991’de ateşkes ilân edildikten sonra Irak’ın üstüne yüklenen cezai yüklere bakmamız gerekiyor bence. Bakmalıyız ki, Irak’ın bu dönem içinde nasıl ele alınacağı konusundaki ABD yaklaşımıyla bağlantılı illegal uluslararası davranışların etkisini olanca ağırlıkları ile değerlendirebilelim.

 

ÖM: Peki, bu son Irak savaşının, Devletler Hukuku’nun babası sayılan Hugo Grotius’un 1625’te yayımladığı klasik kitabı Savaş ve Barış Hukuku’nda ele alındığı şekilde bir “haksız savaş” tanımına uyduğunu da söyleyebilir miyiz? Yani Grotius bugün yaşıyor olsa, bunun bazı açılardan “haksız savaş” olduğunu söyler miydi?

 

 Richard Falk

RF: Evet ... Şimdi bu “haksız savaş” doktrini, tabii ki, ahlâki hukuk ve dini hukuk arasındaki bir tür “geçiş alanı” içinde kalır. Dini bir görüşten türetilmiştir gerçekte, daha ziyade soyut ve genel bir kavramdır ve dolayısıyla sık sık farklı biçimlerde yorumlanabilir. Ama, objektiflikleriyle tanınmış analizci ve yorumcuların çoğu, bunun Grotius’un öngördüğü anlamda bir haksız savaş olduğunu da söyleyeceklerdir bence: Savaşın haklı bir sebebi olmadığı için. Kuvvete başvurmanın gerekli olduğu yolundaki argümanı savunacak olsak, buna en yakın gelen görüş, bir tür “insani müdahale” fikrine yaslanan argüman olabilirdi olsa olsa.

Ama bu görüş hiç ileri sürülmedi ki! Burada ortaya atılan görüş, Irak’ın bir tehdit oluşturduğu yolundaydı. Bu tehdidi bertaraf edebilmek için de “tedbiran” bir savaş (pre-emptive war) başlatılmak isteniyordu.

 

Ne var ki, olgular bu görüşü hiçbir şekilde desteklemiyor. Irak’ta kitle imha silâhları (KİS) hiçbir yerde bulunamadığı gibi, bazı silahlar bulunmuş olsaydı bile, Irak’ın kendi halkı dışında herhangi bir ülkeye tehdit oluşturduğunu ima edecek bir durum yoktu gene de. Irak, provokatif bir davranışa girecek olsa, onu bir ülke olarak yok edecek çok daha kuvvetli tehditler karşısındaydı daima. Hem İsrail, hem de ABD Irak’ı 24 saat içinde ortadan kaldırma kapasitesine sahiptiler. Dolayısıyla, onun bir tehdit oluşturduğunu düşünmek, daha ziyade bir fanteziden ibarettir. Bu son Irak savaşında açıkça görüldü ki, Saddam Hüseyin, rejiminin varlığı ortadan kalkacakken bile bu silâhlara başvurmamışken, sınırlarını genişletmek ya da bir komşusuna saldırmak gibi çok daha küçük bir hedef için bunlara başvurması düşünülemezdi. Şurası çok açık ki, Irak ve Bağdat rejimi saldırgan planlar peşinde koşuyor olsaydı, savaşa başvurma zorunluluğu olmaksızın tamamiyle engellenebilir ve durdurulabilirdi.

 

“İnsanî müdahale çelişkili bir doktrindir”

 

Ama “insanî müdahale” argümanı hem hukukî, hem de ahlâkî açıdan biraz daha incelenmeyi hakedecek ölçüde ilginç. Zira, bunun korkunç zalim bir rejim olduğu ve kendi halkına, kendi halkının bazı kesimlerine korkunç hukuksuzluk ve suiistimallerde bulunmuş olduğu konusunda şüphe yoktu. Yönetimde bulunduğu dönemde insanlığa karşı suçlar işlemişti. Ama bence, insanî müdahale doktrini, uluslararası toplum ve uluslararası hukukta kendi içinde çelişkili bir doktrindir. Büyük bir felaketin ortaya çıktığı ya da çıkmak üzere olduğu âcil insanî durumlarda kullanılmak üzere rezervde tutulması gereken bir doktrindir sadece. Bağdat rejimine atfedilen insanlığa karşı suçlar, yıllar önce işlenmiş suçlardı. Halepçe’de ya da başka köylerde Kürtlere karşı kimyasal silâhlar kullanılmasıyla bağlantılı suçlardı bunlar, siyasi muhalefetin bastırılması, Şiilere karşı kuvvet kullanılması... Bütün bunlar yıllar önce olmuş şeylerdi. Dolayısıyla, insanî müdahale için hiçbir zorunluluk yoktu ortada.

 

Bunun yanı sıra savaş, ilk ağızda kuvvet kullanılmasını haklı kılmak üzere gösterilen gerekçeden farklı ve olgudan sonra ortaya atılan bir gerekçe ile kuvvet kullanmayı meşru kılamayacak kadar ciddi bir girişimdir. Yani, “insanî müdahale”, ortaya atılan en güçlü görüş olmakla birlikte, savaşın bu açıdan legal olduğu yolunda herhangi bir ciddi iddiayı haklı çıkarabilmek açısından pek zayıf bir argümandır. Ayrıca, BM Güvenlik Konseyi’nin o koşullar altında Irak’a “insanî müdahale”ye izin vermeyeceği de açıktı. Buna izin vermeyi, 1999’da çok daha ağır şartların hüküm sürdüğü Kosova’da bile kabul etmemişti zaten. O zaman, NATO insanî müdahale gerekliliğini ileri sürüp Kosova Arnavutları adına savaşa girmişti.

 

ÖM: Ama Kosova’daki savaş da Birleşmiş Milletler’in “etrafından dönülerek” yapılan bir müdahale değil miydi zaten?

 

RF: Evet. Zaten, birçok açıdan, 1999’da NATO’nun giriştiği Kosova müdahalesinin de, ABD’nin BM sistemi ile bağlantılı uluslararası usul ve kurallara uygun hareket etmeyi reddedeceği beklentisi ile gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Kosova ile Irak arasındaki fark, bana göre, Kosova’da hiç olmazsa kuvvet kullanılmasına gerekçe teşkil edecek bir tür örgüt, bir tür kolektif süreç olması, bir de müdahale olmaması halinde inandırıcı bir insanî felaket meydana geleceği düşüncesi bulunmasıydı. Müdahale gerçekleştikten sonra da, bence, Irak’tan farklı olarak, barış güçleri istilâ kuvvetleri olarak değil, kurtarıcılar olarak görülmüşlerdi. Mültecilerin hepsi evine döndü... Şimdi, Kosova müdahalesi mükemmel olmaktan çok uzak bir şeydir. Kosova’daki savaşın hukuken meşruluğu ya da savaşın ardında yatan gerçek sebepler konusunda pek çok soru işareti mevcuttur. Ama, Irak savaşı ile kıyaslandığında, bana göre Kosova çok daha marjinal bir saldırı savaşı görüntüsü veriyor.

 

ÖM: Tabii bu arada bir de 1994’teki Ruanda soykırımı ve daha sonraki Doğu Timor kıyımları var ki, bunların, zamanında, BM tarafından “insanî müdahale” konusu olarak görüldükleri ve pek birşey yapıldığı söylenemez...

 

RF: Özellikle Ruanda’daki olaylar, gerek BM, gerekse ABD hakkında çok ağır ve yoğun eleştirilere yol açmıştı; yıkıma uğrayacak bir halk adına müdahale etmekte âciz kaldıkları için. Özellikle BM askeri komutanlarının ve gazetecilerin küçük bir çaba gösterilmesi halinde yüzbinlerce ve yüzbinlerce insanın hayatının kurtarılmış olacağını belirtmesine rağmen, hiçbir şey yapılmadı. Ama bu durumda da tabii şu soruyla karşı karşıya kalıyoruz: Bir soykırım ya da bütün bir halkı yok etme tehlikesi getiren bir eylem karşısında müdahale etme ödevi var mı? Etnik temizlik tehdidi altında olan bir halkı korumak için müdahale yükümlülüğü olduğu yolunda uluslararası hukukçulardan ve başkalarından bu konuda pek çok yorum geldi o zaman. Ama bu ödev meselesini ciddiye aldığımızda, bu sefer de, Filistinlilerin durumu hakkında bugün mutlaka birşey yapmamız gerektiği ortaya çıkar! Hiç şüphe yok ki Filistinliler yıllar yılı etnik temizlik tehdidi altında bulunmakta, insanlığa karşı suçların kurbanı olmaktalar. Filistinliler, BM’nin kendilerine bir tür koruma sağlaması ya da İsrail’e işgal ettiği topraklardan çekilmesini emreden haddi hesabı olmayan Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi kararlarının bir şekilde uygulanması için sayısız çağrıda bulundular; ama onlar adına tek bir şey bile yapılmadı! İşte bu da çifte standart algılamasını iyice besliyor tabii – yani, varolduğu ölçüde uluslararası hukukun jeopolitik amaçlar doğrultusunda manipüle edildiği hissini. Uluslararası hukukun insanî yardım kurallarının yeterli jeopolitik desteğe sahip olamayacak konumdaki milletler için geçerliği olmadığı duygusunu besliyor.

 

Irak’ın tehdit olduğuna dair kanıt yoktu

 

ÖM: Şimdi de, sizin biraz önce sözünü ettiğiniz “tedbiran savaş” (“pre-emptive war”) doktrini ile Başkan Bush’un son zamanlarda dile getirdiği “önleyici savaş” (preventive war) doktrini arasındaki farkı sormak istiyorduk. Yanılmıyorsam Profesör Chomsky, yakınlardaki bir mülâkatında bu ikisi arasındaki farkın büyük önemini vurguluyordu. Bu ikincisini, uluslararası hukuk çerçevesine oturtabilmek için akademik çevrelerde yıllarca sürebilecek bir tartışma olacağını düşünüyordu.

 

RF: En azından Irak tartışmasında Bush yönetimi “tedbiran savaş” doktrini içinde hareket ettiğini söylüyordu. Ve, yönetim, bunu kitle imha silahları ile 11 Eylül saldırıları sonrasında meydana gelen terör tehdidinden doğan bileşik bir tehdide bağlıyordu. Amerika’daki tartışmada Bush yönetimini eleştirenler, tehdidin yeterli olgulara dayanmaması yüzünden bunun bir “tedbiran savaş” olamayacağını söylediler. İlle de birşey söylenecekse buna bir “önleyici savaş” denebildi bu eleştirenlere göre. Çünkü, çok yakın ve âcil bir tehdit olması lâzımdı – hipotetik, çok uzun vadeli bir tehdit. Meselâ Senatör Kennedy Bush’un Irak yaklaşımını eleştirirken, bunun tedbiran girişilen savaş fikrinin kabul edilmez bir biçimde genişletilmesi olduğunu söyledi. Bunu daha da muğlâk, daha da tartışmalı, daha da kabul edilmez bir “önleyici savaş” alanına taşıdığını belirtti.

 

Benim kanaatime göre bu, ne tedbiran, ne de önleyici bir savaş diye nitelendirilebilir. Çünkü, Irak’ı bir uluslararası tehdit olarak görmek için geçerli herhangi bir inandırıcı neden yoktu. Hele ABD’ye karşı bir tehditten asla söz edilemezdi. Tedbiran savaş ise, inandırıcı ve çok âcil bir tehdit içermesi gerektiği ve bunun kanıtlarının ortaya konmasını gerektirdiği için, burada kesinlikle sözkonusu değildi. Böyle bir inandırıcı tehdit hiçbir zaman olmadı. Ve şimdi Irak’ta kitle imha silahlarının olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunamamış olması, hiçbir zaman somut tehdit olmadığını söyleyerek, tedbiran savaşın somut temelinin

 Richard Falk, Ömer Madra

bulunmadığını söyleyerek bu doktrine dayalı iddiaları eleştirenlerin kaç zamandır söylediklerini bir kez daha doğrulamaktadır. Eğer ayak değiştirir de, “şu andaki durumdan değil de muhtemel nükleer silâh programlarından ya da bundan beş yıl sonra olacak tehlikelerden kaygı duyuyoruz, bekleyeceğimiz yerde bu varsayımsal tehlikelerle şimdiden bir an önce başetmemiz gerekir” dersek, bu görüş de herşeyden önce çağımız uluslararası hukukuna ve BM Antlaşması’na taban tabana ters düşer. Üstelik, gerçeklere dahi hiçbir şekilde uymaz, çünkü Irak’ın öngörülebilir gelecekte geçerli bir tehdit oluşturduğuna dair inandırıcı bir senaryo da yoktur ortada. Sonuç olarak bu, sırf kuvvete dayanan bir doktrindir; hukuk, ahlâk, hatta itidal kavramlarıyla dahi desteklenemeyen bir doktrin. Sadece, uluslararası hayatta kuvvetin dikkatle kullanımıyla ilgili bir durumdan ibarettir.

 

ÖM: Peki, İngiltere hükûmetinin iddia ettiği gibi bu silâhların 45 dakika gibi bir sürede ateşlenebileceği iddiasını ortaya atmak, bu öğretileri daha da gülünç hale getirmiyor mu?

 

RF: Yani, yalan beyan olduğu için mi?

 

ÖM: Evet, özellikle bu yüzden.

 

RF: Yani, gittikçe daha net ve açık olarak ortaya çıkıyor ki, KİS kanıtları aşağı yukarı uydurulmuş, imâl edilmiş şeylerdi; bu tarz bir saldırı savaşına götürecek tutarlı bir argüman kurabilmek için. Blair ve Bush gibi liderler bu gibi kanıtları ileri sürerken yalan söylediklerinin farkında mıydılar, diye soracak olursanız; orası belli değil, derim. Ama bunun bir önemi de yok zaten.

 

ÖM: Konu dışı yani?

 

RF: Evet, konu dışı. Bunlar ancak, onların kişisel suçluluk durumu açısından konuyla ilgili. Gördüğüm kanıtlar açısından bir sonuca varmak son derece zor. Gerçekten kasıtlı olarak herkesi aldatıyorlar mıydı, yoksa zaten üstlerinde oynanmış, danışmanları tarafından onlar için imal edilmiş kanıtların izini mi sürüyorlardı, belli değil.

 

ABD’nin sınırlanması için BM zorunlu

 

ÖM: Konu-dışılık ya da danışmanların rolü konularına gelmişken, Bush yönetimimin Richard Perle, Paul Wolfowitz gibi danışmanları, daha işin başından beri BM’in konu-dışı olduğunu iddia etmiyorlar mıydı zaten? Öyleyse, şunu sorayım: Bu bizi BM konusunda nereye getiriyor? BM’nin illegal kuvvet kullanılmasını önleyecek uluslararası örgüt olarak rolü ve yeri nedir peki şimdi?

 

RF: Çok ilginç bir soru. Bush’un danışmanlarının BM hakkında hiç de yüce fikirler beslemediği konusunda en ufak şüphe yok. Bu danışmanlar BM’yi ABD’nin dünya hakkındaki hedefleri önünde bir engel olarak görüyor. Özellikle Richard Perle, hemen savaşın ardından, ABD’nin bir tür uluslararası yaptırım gelmesini bekleme konusundaki tavrını kutlayan bir yazı yazdı. Onun düşüncesine göre bu, uluslararası bir siyasî kurum olarak BM’nin ölümünü getirecekti.

 

ÖM: Ayrıca, savaşın başlamasından bir gün önce The Guardian’da yayımlanan bir yazısında da Perle, “Allaha Şükür, BM Öldü!” diyordu. İnanılır gibi değildi doğrusu.

 

RF: Evet. Ben de bu yazının başka bir versiyonunu gördüm; orada da “BM’ye ağıt” yakıyordu. Dünyanın bir kurumu olarak BM’nin bir çeşit “cenaze töreni”ni anlatıyordu...

Ama tarihin çok kurnaz davranmak gibi bir huyu vardır! Bu gibi olaylarda zaferlerini kutlamak için bir sebep bulduklarını düşünenleri fena halde yanıltır! ABD, işgalin bu döneminde Irak’ta duruma hâkim olma konusunda ne kadar zora düşerse, BM’ye o kadar yalvarır hale geliyor neredeyse. Hani gelip de kendisini kurtarsın, ya da koruyucu kalkan olarak, sınırlı bir çıkış ve geri çekilme yolu bulmada kendisine yardımcı olsun diye...Ya da, hiç olmazsa BM şemsiyesi altında hareket edebilsin diye. Muharebe sonrası dönemde Irak’ta ve bölgedeki faaliyetleri -- hani meşruiyet olmasa bile -- sınırlı bir kabul görsün diye.

 

Dolayısıyla, bu Irak tecrübesinin BM üzerindeki etkilerinin ne olacağı henüz kesin belli değil. Birçok Amerikalı için bile, Amerikan gücünün sınırlandırılması bakımından BM’nin zorunlu olduğu yolundaki görüşü doğrulamış oldu. Hatta bunu eskisinden daha kuvvetli bir şekilde hissediyorlar. Amerikalıların BM’ye ihtiyacı var: Kendi hükûmetlerini bir haydut süperdevlet gibi davranmaktan alıkoymanın bir yolunu garantilemek için. Dolayısıyla, BM’nin yeniden değerlendirilmesi yapılıyor şimdi. Ve eğer George Bush önümüzdeki Başkanlık seçimlerini kaybedecek olursa, yeni başkanın değişik türde bir liderliği ifade etme yollarından biri de, Amerikan halkına dünyada hizmet eden dünya düzeninin ayrılmaz bir parçası olarak BM’nin yeniden vurgulanması olacaktır bence. Ve Irak’ta olan bitenlerin ışığında, BM’ye nasıl bir rol emanet edileceği meselesinin de ileride hayatî bir konu olacak sanıyorum.

 

ÖM: Peki ama bu koşullarda uluslararası toplum diye adlandırılan topluluğun BM’yi yeniden yapılandırma konusunda ne gibi seçenekleri olabilir? Richard Perle gibi danışmanlar dünyanın BM olmadan bir düzene ihtiyacı olduklarını söyledikleri bir sırada bu nasıl olabilir?

 

Yeni muhafazakârların kayıtsız şartsız vizyonu: dünyaya hakim olmak

 

RF: Bence, iki mesele var. Birincisi şu: Uluslararası hafızalar hayli zayıftır. Yeni oluşacak gerçeklik de, Irak anılarını kolayca söndürecektir. Daha şimdiden, BM’nin Sahra’nın güneyindeki Afrika’da yoğun bir şekilde kullanılmakta olduğuna tanık oluyoruz; oradaki ülkelerde şu sırada meydana gelen çatışmalarla ilgili olarak. Richard Perle ve yeni muhafazakârlar diye adlandırılan diğer grup elemanlarına gelince, onlar ABD’de kudret kullanma mevkilerine yakın gelmiş aşırı sağcılar. Bush dönemi öncesinde Amerikan dış politikasının oluşturulmasına hakim olan perspektifler açısından tipik bir durum değil bu. Tabii, bu, Bush’tan önce de buna benzer önemli bazı problemler olmadığı anlamına gelmez. Kosova savaşında uluslararası hukukun ve BM’in dışarıda bırakılması durumunu biraz önce konuşmuştuk. Ama burada, benim “gerçekçilik-sonrası” (post-realist) diye adlandırdığım aşırı bir görüş sözkonusu. Çünkü bu insanların dünyaya hâkim olma konusunda bir vizyonları var ve bu vizyonu ne hukuk, ne ahlâk, ve hatta ne de kendi vatandaşlarının demokratik görüşleri yönlendirebiliyor. Bunlar, Amerika’nın önderliğinde dünya çapında bir güvenlik sistemini kurmak için bir fırsat yakalamış olduklarına inanıyorlar. Ve, bunun Amerika’nın uzun vâdeli stratejik çıkarlarına hizmet edecek tek yol olduğuna da inanıyorlar. Bu türden bir “vizyon”a karşı çıkanların görüşleri onların umurlarında bile değil – bunlara “sözde” görüşler diye bakıyorlar. Yani bu, kayıtsız şartsız bir vizyon. Bush, konuşmalarında “iyilerle kötüler” terimlerini kullanarak, “ABD, kendi gücünü kabul edilebilir tek yönetim modeline uygun olarak kullanmakta isteklidir” gibi terimlerle dile getiriyor ve bunlar resmi belgelerde yer alıyor. Bu yönetim modeli özel sektörü, serbest piyasayı bu tür askerîleştirilmiş (militarize) bir devletle birleştiriyor.

 

(Devamı var)

 

(14 Ağustos 2003'te Açık Radyo'da yayınlanmıştır)